20131108

salyangoz mahallesindeki müslüman

şu son günlerde iyice uçuklaşmış [bu kelimeyi yazarken ukala word "uçuklamış" olarak düzeltmek istedi. onunki de güzel fikir!] söylemlerin ana malzemesi, kavgaların tuzu biberi, oya baydar gibi şeddeleyerek "errkek egemen" dediğimiz mahallenin kadınlarının "önemi", "yeri", "cinselliği", "kimliği" gibi, benlik ve belleklerimizin bağışıklık kazandığı, her birinin sözlük anlamını yitirdiği vasıfların, artık şakası bile komik olamayan bazı klişelerin ardındaki kadın, kadın, "kadın da kadın" var ya,
benim aram bozuktur onunla. 

kadınlarla arkadaşlık etmekte zorlanırım. arkadaşlıklarında hep bir boşluk sezerim. herkesin gözü kapalı savunduğu "kadın dayanışması"nı ben bazı yakınlarımın tecrübeleri dışında duymadım, layığı ile yaşamadım, hissetmedim. (arkadaşlar arası alıp verilen sözlerden, tesellilerden bahsetmiyorum.)
buna rağmen, kadınlarla yakın ilişkiler kurmayı pek tercih etmiyor oluşumu bahane edip aramıza duvar örüp tamamen uzak da durmam. onlarla, onların belirlediği kurallar ve sınırlar kadar ilişki kurarım, gelecek sürprizlere hazırımdır. kolay kolay gocunmam. çoğu -bana göre- saçmalığa başımı sallar, geçerim. geri dönüşü olmayan bir yola girip de kendi kendimi tahrik etmediğim müddetçe kendimi korumaya geçip varlığımı ispat etmeye çalışmam. (kolay parlayan bir yapım olduğundan, özellikle kadınlardan gördüğüm fiziksel veya sözel saldırı karşısında tepkimi fiziksel ve sözel olarak vermişliğim vardır. bu duruma düşmemek için çok çalıştım, hala da çalışıyorum.)
bu yüzden ben de kadınlarda çok da güvenilir bir kadın arkadaş formu çizmem açıkçası. ama "bana uyar!"

diğer taraftan, yakınlık duyduğum, yakın olduğum kadınlar da var. ya beraber büyüdüğümüz için, uzun zamandır birlikte iş yapıyor olduğumuz için, ya da hobilerimiz benzediği için.
kimileriyle de bilinçli seçimler neticesinde yakınlaşmışızdır. 
şahsi beklentilerim yoktur kadınlardan. söylenirim, kızarım, öfkelenirim, geçer. ruhsal ilaçları kadınlarla dertleşmekte aramam. "kız kıza" alışkanlıklarım yoktur. bir başka kadınla alışverişe çıkmak benim için zordur, gönül kırmamak için eşlik ederim ama o gün ben alışveriş merkezindeki herhangi bir toz parçacığından farklı olmam. benliğimi bir kenara koyarım. onun istediği olsun. o nasıl istiyorsa öyle yapsın. aslında böyle söyleyince ne kadar da "erkek" tınlıyor değil mi? 
karısını alışveriş merkezine götürüp kapının önünde sigara içen bir adamdan farkım yokmuş gibi bir resim çiziyorum.
bazen de kendi kendimi denerim. bir umut, bir sabırla beklerim ki biri de çıkıp beni 'şaşırtsın'.
iğnelemek için söylemiyorum; bazıları gerçekten şaşırtır da ne hikmetse o şaşkınlık başka türlü bir şaşırmışlığa bırakır yerini bir yerden sonra. su yolunu bulur, benim kadınlarla anlaşmakta, arkadaşlık etmekte zorlandığım gerçeğine çıkar. 

şimdi böyle almış eline sazı konuşmak kolay duyuluyor tabii anlıyorum fakat bir günde gelmedim bu düşünceye ben. bir günde oluşmadı bu fikirler, bu davranışlar.
çocukken giydiğim bir çorabın bir kadın tarafından tenkit edilmesinden, "kadın doktoru" denen doktorun kadınlıkla alakası olmamasından, ailenin sondan ikinci küçüğü olmama rağmen benden zamansız bir yetişkinlik, bazen yardım, bazen çözümler ve hatta liderlik beklenmesine kadar. melodram yok, hakikat var. bir zamanlarki büyük aşkımı okulda başka bir kıza kaptırmış biri olmama rağmen kadınsı rekabete giremiyorum. takım sporlarına olan büyük antipatim bile bunların neticesi olabilir.
sen en başta benimle rekabet edeceksen biz seninle nasıl bir takım olacağız?
dağılmak bu hayatta en kolay şey.
bir arada durmak asıl cesaret ve güç isteyen.

aynı şekilde gezi olayları esnasında da içine girdiğimiz o katharsis dağılmaya, o birlikte özgür olma, özgürlüğe sahip çıkma hissinin içi boşalmaya başladığında, aniden kimin yanında durduğumuzu fark edip ortamdan ufak ufak topuklayıp dağılmaya başlamadık mı; "biz"den "sen"leşmeye, "ama sen şöyleymişsin, böyleymişsin" diye uyanmaya? biz daha bir arada dururken bile birbirimize yabancı gözlerle bakarken, karşımızdakini ötekileştirmeye programlı mekanizmamızın fişini çekmekten acizken, bu iktidarlar, bu güçler, güç söylemleri bu kadar bizi korkuturken biz nasıl kendi gücümüzün hem farkında hem de onu unutmuş bir zihne erişeceğiz?

"güçlünün hayatta kalması" sistemi güzel çalışıyordu bir yere kadar.
artık güçsüzsek, ölmüyoruz. güçsüzsek de hayatta kalabiliyoruz. iyileşiyoruz, daha da güçleniyoruz. tam tersi bile olsa güçsüzlüğümüz daha kolay bile besleniyor, güçleniyor!
eksiye gitmek artıya gitmekten her zaman daha kolay bir süreç. 
erkek ile kadının güçlerinin kas yoğunluğu açısından kıyaslanmasının pek bir anlamı yok zaten. durum ortada. kadın erkeğe göre daha güçsüz, evet. bu yüzden güçsüzlüğünün desteklenmesi, hatta bir yerden sonra güçsüzlüğünün tercih edilmesi daha tatlı geliyor tabii kulağa. 
kadını güçsüzleştir, sonra da vur beline kamçıyı.
ardından kadını yapay bir hak hukuk arayışına sok, cinsiyet ikileminde boğazla,
ama "seve seve" de karnına koy bir sıpa. aa dur! e sen bu kadını öldür daha iyi?!?
işin kötüsü bu raddede kendi güçsüzlüğünü köleleşerek kullanan kadınlar da var. güç savaşlarının ironiyle başladığı bir nokta. altı çizilen, aşırılaşan her şeyin karşısında bir öteki aşırı var muhakkak.
bu kutuplar cinsiyet de gözetmiyor. güç başka türlü bir kafa yapıyor insanda.

tam da bunun farkındalığı ile herhangi bir bireyin, gücünü sorgulamasını gerektiren bir durum olmadığında nasıl da doğası gereği cinsiyetten, cinsiyet kavramından uzaklaşıp birey olarak var olabildiğini anlaması ve bunu bugün, her gün, her an, hiç tekrar tekrar sorgulamaksızın, adeta refleks olarak hayatına ve topluma sokamaması ile ilgili sorunlarım ortaya çıkıyor.
buna bağlı olarak da, nice milyon senedir kadınların güçsüz kılınıp, erkek-kadın ayrımının arasındaki koca siyah boşluğun yapay yöntemlerle genişletildiği bir boşlukta yüzüp duran ama yine de kendi kendinin kurdu olan nice bin kadından biri olarak da soru(n)larım var.

seninle, eldekini parça pinçik etmek uğruna kendisinden her anlamda daha düşük güçte olduğunu adı gibi bildiği her canlıyla kolaya kaçarak, çamura yatarak iktidar savaşına girenlerle sorunum var. neyin daha az neyin daha çok olduğunu ölçmeyi ilk defa ve sadece sen akıl etmedin. bu yüzden bir başkasının gücüyle kıyasa girmene gerek yok, daha vahim veya daha üstün olduğunu ispatlamana gerek yok.
tüm bu karmaşa içinde beni en çok inciten şey de işte, karşımda güç savaşına gireceğim diye çırpınıp duran, çok da komik gözüken, o savaşa gireyim diye beni de şevkle tahrik eden, yine, yeniden, çok yakınımdaki bazı kadınlar. ben kendimi cinsiyetsizliği savunurken bulduğumda çoğunluğun cinsiyete bu denli sahip çıkıyor olmasına, zıtlık ve eşitsizlik olgusunu sileceğim derken iyice besleyen ve hemcinsleriyle rekabetten ziyade husumete girmelerine de fena halde hayret ediyorum.

bu bağlamda eşcinsellere olan sevgim ve saygım daha başka bir boyut kazanıyor. kıymet bilmenin ne demek olduğuna erişmiş insanlar oluyor çoğu. kıymet bilmek, birlikte olmak istediği cinsle ilgili tercihi söz konusu olmaksızın doğan cinsiyetsiz bir olgu. demek istediğim şeyi anlamanız, empati kurmanız için eşcinsel olmanıza gerek yok belki ama bazı günler "keşke bir günlüğüne birbirimizin yerine geçebilsek" diye dilemekten de kendimi alamıyorum. 

kısacası, kendi dünyam içinde ben kadınlara çok kırgınım.
onlara yapmayı hayatta aklımdan geçirmeyeceğim şeylerin çoğunu onlardan görmüş olmayı kendime yediremiyorum. kadınların koruyucu, kollayıcı tavrı bana hep masal gibi geldi, geçti. [ebeveyn tarafından korunma/kapsanma çerçevesinde, özellikle annemi bu durumda her şeyden tenzih ediyorum çünkü anneyle kurulan ilişki başka hiçbir kimseyle kurulana benzememektedir.]
belki gerçekten de bir masaldır, kim bilir.
bugüne kadar inandığı şeyleri arada bir sorgulama ihtiyacı hissetmemiş biri, sürprizleri tattığında yüzü bu yüzden ekşiyor, midesi kalkıyor, kusmak istiyor.

mücadele hiçbir şey.
mücadele ettiğin şey zaten hiçbir şey.

bir düşün bak. böyle şeyler de oluyor...




akıldan saniyenin 1/85139 kadarı zamanda geçip, yazılmak suretiyle yeşerenler vol. 8034.


Hiç yorum yok: