20131025

düşün düşün...

bugün iyi ki görüştük. 
"görüştük" derken, ben sana baktım. gerçi ben hep sana bakıyorum, her gün başkasın, rengarenk.
anıların içinde hepsi birbirinden güzel. kötülerinden eser yok. var da, sindirilmiş hepsi. affedilmiş, rahatlık var orada. derin bir nefes gibi geniş, iyi gelen.
elime eski telefonun geçti; tabii, malum paniğimin tetiklediği bir iki yoklama esnasında... 
açtım baktım mesajlara; gönderdiklerine, sana gelenlere. sana yazılan bir mesajı senin rızan sanki bizzat benmişim gibi açıp bakabilme rahatlığı her seferinde garip tınlıyor. 
ne oluyor sonra? koşup sana geliyorum. 

ektikleri gül kurumuş. anahtarım yanımda olmadığı için aramıza ördükleri komik telleri ve yüksek demirleri aşıp bahçeyle uğraşamadım. 
bir ölüyle arasına neden tel örer insan? 
altında yattığı kat kat toprak, taş ve börtü böcek bile kimseyi kimseden bir milim bile uzak hissettirmezken...
ne komiğiz! konuşmak, barışmak, anlaşmak, gururdan vazgeçmek için illa ölmeyi bekliyoruz. sırma saçlar, badem gözler... kendi rızasıyla ölerek hayatımdan çıkıp giden bir, kendi rızasıyla ve ölmeden hayatımdan çıkan sayısız tanıdığım var. buna göre kim daha var?

paniğimin tetiklediği yoklama esnasında başka şeyler de yokladım. 
duyamadığım sesler oldu -ne ironik!-
[bu varlık / yokluk konusu bazılarımızı belli aralıklarla yoklar, durur. bilen bilir.
bir gün bu konunun aslında ne demek istediğini gerçekten duyarsam eğer, pek mütehassis olacağım!]
var sandıklarım meğerse yokmuşlar. herkes kendi döngüsünde, kendi yağında kavrulmaktan, pabuçtan dam yapıp damdan pabuç sallandırmaktan zaten memnunmuş.
o esnada, ben aklımı yitirmişcesine telaş edip, bölünmeye çalışıyormuşum meğer. 
hem var olup bir de onları var etmeye çalışarak kendi kendime dolanıyormuşum.
"öyle sanıyordum", "diye düşünmüştüm" kadar yoksam eğer, ben neden var edip yokluklarıyla boğuşuyorum bu insanların?
formsal / fiziksel mesafenin yokluk demek olmadığını her seferinde hatırlaması gereken ben değilim. hatta, unutsam bir an, ne güzel olur!

yine başa dönüyoruz: 
fiziksel formuyla var olan bunca insanın hayatımdaki yoklukları, ölerek hayatımdan çıkarak yok olmuş bir insan kadar var değil. 
"o zaman ben kiminle neyi dertleşip, konuşacağım?
kime dokunuşum samimi, saf, içten olacak?
kimi yadırgamayacağım hayatımda ilk defa yediğim bir şey, ilk defa kokusunu aldığım bir ot gibi...her şeyi yeni baştan algılamak, tanımak, alışmak ve içinde yaşamak ne demek?"
ve binlerce kez tekrar etmiş başka düşünceler...
türlü öğreti ve meditasyonlarla bu hakikati en az hasar alacak şekilde göğüsleyebilme becerisi kazansak ne olur? hayata, sürprizlerine mani olabiliyor muyuz?
al işte, biri çıkıyor, facebook denen hikayeyle bir nevi çağa uygun meditasyon aracı buluveriyor.
var etme, yok etme, var olanlar ve yok olan zincirlerine aslında hiç var olmamışsın ve aslında hiç olmayacağın biri gibi istediğini yaz, çiz... karışan, görüşen yok. kişinin yazılımsal varlığı dışında fiziki bir kayıp da söz konusu değil, hasar da.
profesyonel çıkarlar doğrultusunda kullanıldığında temel alış-veriş dürtülerine dayalı üretim-tüketim zincirine olumlu katkıları var evet ama insanlar arası bireysel ilişkilere katkıları yokluk üretmek üzerine. -ironilere doymamacasına!-. 

bütün bunları bilerek ama her zaman düşünmeyerek hareket edecek ve yaşamımızı sürdüreceksek, buraya neden takılıyoruz? çözersek ne öğreneceğiz?
teskin edici düşüncelere kapıldığımızda vardığımız sonuç gibi; kendimizden geçiyorsa eğer hepsi, önce kendimizi dinlemek, genişleyip, rahatlamakla ilgiliyse mesele, bizi kendimizle bizden başka barıştıracak bir araç, bir mabet yoksa zaten, başkalarının varlığı / yokluğu neden dert edilsin?

vakti zamanında üstadın biri, bir migren ağrımın bana vermiş olduğu yetkiye dayanarak bir gece onu telefonla aradığımda bana "şu ölümlü dünyada" alabileceğim en güzel dersi vermişti sağ olsun.
onu sıklıkla hatırlatırım kendime de şimdi sırası gelmişken:

ayşe'ciğim, sahi, "senin başka arkadaşın yok mu?"


[akıldan saniyenin 1/3701813 kadar zamanında geçenler vol. 204403]




Hiç yorum yok: