20120918

alles inklusive

"everything under the sun is in tune, but the sun is eclipsed by the moon.."

felsefe sınavlarında millet harıl harıl kopya çekme derdinde yuvarlanadursun, ben bu cümlelerle oyalardım kendimi, savunacağım fikrin arkasına, bir o kadar kuvvetle savunabileceğim milyonlarca olasılık ve tecrübeyle sabit hislerimden emin, yazar dururdum.
özgüven teskin eder, uyuştururdu.

az önce, yine bir bilgisayar temizliği aşamasında, eski fotoğraflara daldım.
zaman makinası vazifesi görür namussuzlar, sen daha ne olduğunu anlamadan, kafanı kaldırdığında zamanı, mekanı şaşırmışsındır bile.
doğum günlerimi bilhassa kutlamaktan kaçınan biri olmama rağmen, vaktiyle, yine kutlanmamış bir doğum günümde, gecenin bir körü, bir kasa ayşekadın fasülye ve çilek hediye edilmişti.
benim için anlamını unutmuşum; fotoğrafta görünce hatırladım.
kayıplarım, sandığımdan da büyük.

bu ay, anlaşılan, kayıplar ayı. hatta kayıplar ayısı!
-geyiği bıraklım, kimse gülmedi- haydi "sezonu" diyelim.
yaz başından beri kara bulutlar kalkmadı hiçbirimizin üzerinden.
herkes gibi, kayıplarımı sindiriyorum ben de; vaktiyle yapmadığım bu aktivite, epey acılı oluyor.
"her girişin, bir çıkışı var kuzum. o biberi hiç yemeyecektin."

son aile ferdimin de kendi rızasıyla hayatımdan göçüşünü müteakip, yaşadığım her şey, meğerse, eski bir tarih hocamın deyimiyle, "vız gelmiş, tırıs gitmiş", her şey onun gölgesinde kalmış meğerse. şaka değil, seneler geçti.
"seneler sürer her günüm, yalnız gitmekten yorgunum..."
bir takım eski travmaların rayları (rahmetli "tramva" derdi de, ondan...) altında ezilirken, sonrasında olan biten hiçbir şeyin zerre kadar ehemmiyeti yokmuş meğerse, onu öğreniyorum.
hiçbir şeyin üzerimde bir etkisi, gücü yokmuş.




escher'e, poe'ya selamlar. rüyalardan rüya beğenmekteymişim ben o esnada...
yaşıyorum sanmışım, kendimi kandırmışım. gerçi, ara sıra hatırlar gibi oluyordum, içinde olduğum rüyanın rüya olduğunu ama, herhalde inanmak istemişim gerçekliğine, dürüstlüğüne. dangalaklık da özgüvenle geliyor arkadaşlar, evet. hoş da bir tadı oluyor, doyamıyorsun.
ben o esnada olan bitene önem, kıymet, değer biçmeye çalıştıkça, karşımdaki insanın beni olduğum gibi kabul etmesine olan açlığım da gırtlağımda, herkesi olduğu gibi kabul etmeye de ezelden razı; o insanın en küçük olumlu detayına bile secde eder hale gelmişim. (fiili de hiç sevmem ama sanırım buraya cuk oturdu. secde etmenin, nedense, insanı son derece savunmasız bir pozisyona soktuğunu düşünüyorum, ondan... tanrısallık karşısında eşit olmaktan ziyade, karşı tarafa duyulması gereken korkuyu harlıyor, anlamsızca.)

ben sevmeye çalışmışım, karşımdakini tıpkı kendim gibi sanmaya devam ederek; haklılar!
ben aslında kimseyi sevmemişim, sevmiyorum da. sevmeyeceğim de. iddialara ispatları da var çünkü!
hem zaten sevebileceğim en üst noktada sevdim zaten ben. artık erişeceğim başka bir zirve yok.
bundan sonrası, kendini kandırmaca, bir nevi 'hayatı boykot' ama ironik bir şekilde de alay etmeye dönüşmüş bende.

ve son olarak, boba'nın da desteğiyle, hepimizin aslında birer g*t olduğunu kabul ederek, çıkarı olmaksızın birisine bir şeyler verdiğini ve hatta emek sarfettiğini düşündüğünü iddia edenlerin kulaklarını açıp kendilerini tekrar duymalarını diliyorum.
hem, yeni değil, beni 12-13 yaşlarımdan beri pek görmemiş ve nice bin sene sonra karşısına bir yetişkin olarak çıktığım zaman da şaşırıp, kendi muktedir duruşunun içinin kof olduğunu hatırlattığım için bana öfkelenen ve bana her fırsatta "bacak kadar" sıfatını uygun görebilen ve bundan utanmayan akrabalarımın olduğu bir yerde, aksi söylemleri işitebilmem mümkün değil.
ve aslında bu hayallerin yıkılışıyla başlıyor yetişkinlik, pişmek, büyümek.
bana "büyü" diyen insanların yemesi gereken milyon fırın ekmeğin içine, "biz dönüyorduk"çular peynirleri koydu bile, boğazlarına takılmasın. yanında çay da var, taze.

üzgünüm, hiçkimseyi ciddiye almıyorum. hem de kafalar öfkenin ve yanıcı maddelerin harıyla yanıp tutuşurken.
o eskidendi, geri zekalılığıma denk gelmişti. aydım.
fotoğraftan kafamı kaldırdım, zamanı ve mekanı yakaladım. uyandım.
ben ciddiye alıp alabileceğim insanları boyumun ölçüsüyle birlikte aldım zaten.
herkesin batağı kendine derin.

son kertede, güneş; hiçbir şey olmamışçasına, kendi altındaki sistemin hala dönmekte olduğunu sansa da, kararmıştır bir kere. tutulmıştur. kendi karaltısını göremez ama altındaki sistem görür, bilir.



post scriptum:
saat 22.43.
hafta sonu, karşı komşunun kızı evlendi.
şu an, kızın annesi kapıda, misafirlerini uğurlarken, kocasıyla baş başa kaldığı evin kapısından "kaldık mı ediyle büdü?!" diye hayıflandı.
hayıflandı da, ah bir bilse o cümlenin bana nasıl tınladığını...

algı; özgüven ve dangalaklık birleşince, muazzam kafa yapıyor, bir bilsen!...







2 yorum:

SELEN GULUN dedi ki...

paragraf.

Sophie dedi ki...

kendini kandırmaca..hem de ''till the end of our life!''