"söylenmeyen tehlikeler atlatarak ve sayısız güçlüklerden sıyrılarak" edinilmiş bir zaferin duvarlarında çatlaklar oluştuğunda insan; bir sonra neyi en az böylesine umut dolu bir güçle savunacağını şaşırıyor. zincirleme gelişen olay ve duygu durumlarının tek mesulü değilken, bu umudu da tek bir kişinin yüklenmesi hakkaniyetli olmuyor.
farkındalığın ve yaşanmışlığın dişli çarkında, acıyla oyulurken gözümüz demirden çubuklarla, bir daha cehaletle koyun koyuna olabilir miydi kişi?
uzundur bedenimde değilmiş gibi ruhum. mükerrer günlerin ardından kendime dönüp baktığımda "acaba" diyorum, "daha farklı ne yapabilirdim de, dünya ile denk bir yerde görebilirdim kendimi?" bir tek benim sorumluluğumda mıydı bu yükü sırtlanıp dağların ötesine, vadilere, huzura, aydınlığa, tökezlese de düşmez şaşmaz bir zemine getirmek? bir söz söylersin, ağzından dolanıp zihinlere varana kadar kırk takla atar, anlamı senin verdiğinden misliyle eksilmiş, başkalaşmış haliyle ulaşır alıcısına. kim, nasıl kızabilir ki bu duruma? morf, bir kinesisle senden çıkandan ziyade ulaştığı sonuçta, durdukça anlam kazanıyor neticede. durabilirse...
maksat; olanı, gerçeği, doğrudan o esas eylem bilgisini işaret etmektir sadece. yapılan ve olan. yapılan ve oluşan. işte budur dişlinin gerçekliği, budur demirden çubukların gözlerimize kastı. burayı yadsıdığımızda da, geçmiş olsun. alemde yapayalnız salınır durursun, hakikatin gücüne olan inancın, bilginin kutsal basamaklarından sonsuzluğa yuvarlanırken.
bir yer vardı, insanı insansı, insancıl yapan. kimsenin elini süremeyeceği bir ışık vardı içimizde, yemyeşil kırlarında güvenin koşup oynadığı. insanın kendine olan güvencesi sarsılıyor böyle zamanlarda. insanlığı, insansılığından kopuyor. bu yüzdendir ki, bir başkası kişinin düşüncelerinin bir teline bile dokunup karşılık verse, insan bilir ki o yankı uzay boşluğuna hapsolmayacak. bilir ki, biri onu bir yerden tutacak. o kişi tutunacak bir yer bulacak.
tutunma / tutulma / anlaşılma meselesine biraz göz gezdirince, annenin bebeğini "tuttuğu" ilk anda (kafamdaki referans: Nihan Kaya) bebeğin hissettiği güven yatağının arayışıdır yaşam diye düşünüyorum. annenin de bu manada, anneden ziyade bir bilgi olduğunu varsayıyorum. kişiyi, arayışında daim ve yılmaz kılan. annenin ölümü, bu yüzdendir ki başka kimsenin ölümüne benzemez. kişi, hayatla kuracağı o ilk güvenli, yumuşacık bağlantısını sonsuza dek sürecek bir özlemle takas eder. başka bir kaynakla eşleşmiş, güvende, anlaşılmış hissedene kadar, bağlantının diğer ucu açık kalır. işin kötüsü, burada iyi veya kötü bir anne olmuş olmanız da önemsizdir. anneliğin çocuğa mükafatı da, işkencesi de, budur. oysa öylesine mekanize bir sisteme kurban vermişizdir ki bu tutulma ihtiyacını, üzerine binlerce sayfalık insanlık tarihi daha yazılsa, binlerce kez yeniden kurulsa da dünyanın düzeni sil baştan, o en saf yatağın koynunda çekeceğimiz deliksiz bir uyku, bir daha asla bulmaz bizi. uyuşturanların gücü, uyuşturanlara ihtiyaç buradan gelir. kişinin hayatla, mücadelesiyle olan bağlantısında, kendine olan inancında, salim kafayla yeniden tesis edilmesi gereken güven duygusunu münferit bir çabayla söndürmek isterken. akıntısı, dalgası, fırtınası bitmeyen bilinmezlik denizinde, anca bu şekilde rahatça öldürebilir zamanını.
zamanla ilişkimizde tutulma ihtiyacı öylesine önemlidir ki, herhangi bir şeyi yapabilme gücümüz, canımız, vicdanımız, duygularımızın (ve onlarla en iyi ne yapabileceğimizin bilinci) kaynağı (thymos) ile bütünlüklü; günün sonunda, karşılığını bir başka yerden almamıza gerek olmaksızın kendimizi, kişiliğimizi (üretimimizi) ortaya koyduğumuzda hissettiğimiz şey; tatmin duygusunu doğurur.