20150724

akıldan geçenler vol. 3981302

içinden geçtiğim "yeniden hayata dönüş süreci"nde, misal, sosyal medya sularına şöyle bir daldığımda "her şey önce toz ve gaz bulutuydu" filan gibi bir hisse kapılıyorum.
yeni baştan, güya-silinmiş bir kafayla bakan gözler ironik şekilde aptala dönüyor ister istemez. çünkü aslında her şey yerli yerinde duruyor. kafalar, insanlar, tabular, isyanlar, ölümler, kalımlar, sevinçler, gözyaşı. dev saçmalıklar, dev ezberler, dev yorumlar... 
kanıksanmış bir kaygısızlık. araştırmamaya olan eğilimden, tembelliken doğan bilgisizlik de aynen devam, bir o kadar her konu hakkında uzmanlık da... 
kimse iki dakika sesini kesip [(please) enter: vicdan] "yav, bi laf etmeden önce ayıptır; önce biraz bilgi toplayayım da ona göre konuşayım" demiyor. 
insanoğlunun sokaktaki "ne baktın lan?!" nefreti daha yataktan kalkıp aynaya baktığı ilk dakikada başlıyor. bulut gibi yüklenip öyle çıkıyor sokağa. 
öyle olunca, benim hala aptal aptal şaşırmaktan kendimi alamadığım monitörün arkasında istediğin şeyi istediğin insana söyleyebilme dürtüsünün zaten başlı başına çok büyük katalizör oluşu çok abes kaçmıyor.
peki o müzik dinlemediğim, kitap okuyamadığım, korku dolarak haberleri hep kaçak takip ettiğim, kimsenin vırvırına katlanamayacakmışım gibi hissettiğim hatta fikriyle bile boğulduğum o arada ne olmuş da böylesine aptallaşmışım?
insanın hayatta kalma güdüsü enteresan bir şey olduğundan, görmezden gelinemeyecek bazı hakikatler karşısında umut yeşeriyor sanırım. ve umut, zavallı ve pozitif bir değer olduğundan(!) insan bazen bir anda onunla dolup "yok ya o kadar da değil" gibi bir hisle yüklenebiliyor.
haydi, hayatta kalma güdüsü böyle bir şey diyelim; insanın başka birinin hayatta kalınmasına müsaade etmesi ise sanırım insanı insan yapan tek unsur.
[(never) exit: vicdan]

şu sıralar eskiden yapabildiğim şeylerin hiçbirini yapamıyor olduğumu; özellikle çok yeni yaşanan, acı ne kadar olay varsa gördükçe kafamda bu yanıp sönüyor:
olayları, şeyleri, bazı insanlarla (ve hatta belki çoğuyla) tartışabileceğini sanmak beyhude ve hatta çocukça bir beklenti.
kendimi her hararetle bir şeyi savunmak isterken bulduğumda, kafamdan aşağı bu buz gibi suyu yiyorum.
peki bu komik hatırlatma neden şimdi geldi?...

alışmam gereken bir hakikat var. ne görmezden gelebiliyorum, ne de iade edebiliyorum.
artık kendi bedenimin içinde kanlı canlı, kalbi, kaburgaları filan olan, korumam gereken bir varlığın gelişiyor olmasıyla bu frene basmak fena halde zor geliyor. 
insan bir kadından, bir anneye dönüşürken içinden geçtiği ve hatta zaman zaman hayatında hiç tecrübe etmediği zihin yapılarıyla karşılaşıyormuş.
daniel stern'in enfes bir kitabı var "bir annenin doğuşu" diye. o, bu cümleyi derli toplu kurmamda büyük yardım etmiştir, es geçmeyeyim...
bu ayılmalarla çarpışmak, tanışmak ve bunların, artık bundan sonraki zihin yapımı oluşturacağını bilmek o kadar korkunç bir şey ki! kendi kontrolünü ve bizzat kendi bedenini, ruhunu, olduğun insanı kaybetme hissi fena halde çarpıcı bir hüzün.
tam bu sırada, kolunu, bacağını, gözünü kaybeden birinin neler yaşadığı, nasıl bir girdap olduğunu hayal etmesi daha önce hiç olmadığı şekilde korkunç geliyor...
ha, belki bu zihin yapıları hep ön planda ve hep aynı parlaklıkta olmayacak ama bir kızdan, bir annenin kızından başlı başına bir anneye dönüşmek çok enteresan bir tecrübe. 
sanırım bu ne tam olarak anlatılabilir, ne de yansıtılabilir bir şey. 
benim şimdiye kadar işittiğim genel algı hep "bir kadın, anca çocuğunu kucağına alınca anne olur." yönündeydi. yok öyle bir şey. gerçekten! 

annelik, anne olacağını öğrendiğin dakikadan itibaren gerek içgüdüsel olarak, gerekse mantığının ve kalbinin izinde geliştirmeye başlayacağın yeni bir kişiliğin (ben hala zihin yapısı demeyi daha masum buluyorum) bebeğinle beraber yeşereceğini, gelişeceğini hissettiğin an başlıyor. bu bağlamda, özellikle çekirdek ailesi olmayan, belli bir yaşı geçmiş, kendi hayatını bağımsız bir sistem olarak yaratmış ve yaşayan her kadın aşağı yukarı benim hislerimi paylaşacaktır; bu fikre alışmak pek yenilir yutulur cinsten değil!
bu haldeyken tecrübe ettiğim bir çok komik örnek bana öğretti ve hala öğretmekte ki, artık, "kabaca", resmen ben; belli konularda yakınlarımdan yardım istemeli, kendimi sokakta özellikle bedenen korumalı, her tartışmaya hararetle katılmamalı, çok daha metanetli ve hatta belki korkak olmalıyım! 
bu, özellikle bizim coğrafyamızda, başına sürekli bizimki gibi şeyler gelen bir ülkenin vatandaşı olan ve bahsettiğim minvaldeki bir kadın için o kadar zor öğretiler ki.
"tamam işte, lafa geldin; sus otur!" demenin daha başka türlüsü!
ve tüm bu yaşananların tecrübe edilme süresi zaman çizelgesinde o kadar minik bir yer kaplıyor ki...

mantık bazen bu aldatmacaya yenilerek, böylesi bir ortamda, böylesi bir ortama getirilecek çocuğun ne kadar gerekli olduğu konusunda kafayı tartışmaya zorlarken, aynı anda kalp de çocuğa sebebiyet veren o iki insanın bir araya gelmesinde "bir hayır olduğu" yönünde yırtıyor aklı, yoruluyor. iyiye doğru inşa etmeye çalışıyor tekrar mantığı. 
sanırım tam da o esnada insan, içgüdüleriyle, çocuğu için "vicdanlı, yardımsever, iyi niyetli ve kabiliyetlerini olumlu yönde kullanabilen bir insan olması" yönünde temennilerde bulunarak serinletiyor yorulan kalbi.

çünkü, açık konuşmak gerekirse, tüm bu olan bitenler arasında bir çocuk beklerken başka çocuklara, kadınlara, hayvanlara, yaşama müsaadesi verilmeyen ne kadar canlı varsa hepsine ağlamak, insana kendini "gizli gizli ama resmen" ve net bir şekilde suçlu hissettiriyor. halbuki ne çocuk beklemek bir suç ne de dünyaya gelen bir çocuk suçlu.

"belki bir gün artı değer eksi değeri alt eder...
belki bir gün gerçekten iyiliğe inanan bir insan görürüz aynada."


iki kişilik bir iyi niyet gururla sundu...

"insan hep kendini anlatmak, kendini bir yerlere kaydetmek istiyor, değil mi?" quoth mizah.
"yazı yazmayı unutmuşsun. kendini başka bir şekilde kaydettin zaten." quoth zihin.

Hiç yorum yok: