20141104

bu sabah, sekizyüzellibeşbinyüzseksen sene evvel oturduğumuz apartmanın önünde, yine bir dörtyüzdoksansekizbin sene önce yaptığımız kedi evini gördüm. bugüne kadar evimizdeki kedilere vermiş olduğu hizmetlerden ötürü kendisine teşekkür edilmiş, bir sonraki hayatına devam etmek üzere sabırla bekliyordu. tuhaftı.
mesela bu aynı olayı hemen bir arkadaşıma anlattım heyecanla, o da hemen "hangi eski ev?" diye sordu.
her şey bir yana, asıl mevzu, evin hangi eski ev olduğu ile ilgili detaydan ziyade, benim; eskiden yaşadığım bir evin önünde, eski biriyle yapmış olduğumuz eski bir eşyayı görmemin içimde uyandırmış olduğu zamansal eskimişlik hissiydi. ve bu beynimde saniyelik bir yanıp sönmeden ibaretti sadece. 
algı işte... sağ gösterip sol vurur. 
önce şaşırdım, sonra düşündüm. 
"gerçi bir taraftan da haklı kız" dedim; o kadar çok eski evim var ki. benzer düşüncedeki herkes haklı aslında. sonra da içimden "lokatif ve rasyonel bilgi isteyen herkes en azından benim gibi bazen sadece hayatın etkileri ile itilip kakılan bir hayalperestten hep daha haklıdır." diye de geçirmedim değil.
dünya gerçekten çok sikimsonik bir yer. sikimsonik bu aralar en sevdiğim kelime çünkü hem küfür gibi hem değil. uyarlandığı nesnelerin anlamı da çok önemli değil.
neden öyle diyorum; açıklayayım.

öncelikle, bu bahsettiğim hissiyatın bir çırpıda anlaşılması çok zor çünkü algı çok acayip bir olay.
misal "empati" dediğimiz şeyi bile "birinin yerine kendimizi koymak" gibi dümdüz bir mertebede algılıyoruz. 
bu, felsefeyi "sofie'nin dünyası"ndan ibaret sanmak gibi bir şey. 
benlik, 'ben'sel durumlar, algısal beklentilerimiz, kendi algımıza göre ortamı kontrol edip beklentilerimize yönelik şeyler işitmeyi istemek de aslında gayet masum bir olay; geçenlerde onu öğrendik; buraya bir parantez açıp enfes bir ekşi sözlük entrysi sokmak istiyorum. 
sonuna kadar okuyabilenlere ben bile teşekkür ediyorum yazarın gıyabında. kim ne kadar anlayabilirse artık yazıyı...
ondan sonra "vay efendim, benim istediğim tepkiyi, bilgiyi, ilgiyi, sevgiyi vermedi." hatta "istediğim şekilde konuşmadı" falan diye ağlamayın. 
bu son derece çocukça ve kendi odaklı hissiyatın (yani bildiğin aciz) "siz kendinizi ne sanıyosunuz lan muhahah" şeklinde arsızca ve kolayca surata aşkedilmesinden ziyade errare humanum mantığında şakalı-komiklikli anlatıldığı bir entry olmuş bence. 
en azından benim algım o yönde çalıştı! sizler kadar ciddi ve katı olamıyorum çok şükür.

insanların algısına karışamıyorsak, algılanan şekle insanların uyuz olması ve kaynağı kurcalaması da bir o kadar ironikomik geliyor özellikle bu aralar.[evet lan, biliyoruz; kendi kendimi düdükledim. buna ben derim "quid rides?" sen dersin, "iğne-çuvaldız" aynı şey.]
misal bu, "hangi eski ev?" sorusuna gelecek olursak; burada ben özellikle hangi eski evden bahsettiğim konusunda net olmadığım için uyarıldım ve cümlemi düzeltmem gerekiyormuş hissine sürüklendim gibi de hissetmedim değil. benim sürüklenmemden ziyade, algılayıcının kaynağı manipüle ederek, beklediği kelimeleri kullanmasına teşvik etmesi yönündeki kontrolcü yaklaşımı daha komik geliyor, ben oraya takılıp güldüm mesela. bahsedilen eski evin "hangi eski ev" olduğunun, ne hissedildiğinden daha çok merak edilmesi çok enteresan geliyor bana. tam tersi de ona enteresan geliyor.
ne acayip değil mi; al sana, bildiğin anlaşamıyoruz!
sikimsonik'in şirin yumruğu işte tam da burada masaya iniyor.

ben ki az önce "duygu duygu" diye ağlarken, şimdi bir yandan da anlaşamıyor oluşumuzun sebeplerini barındıran fizyolojik yapıyı, anlaşamıyor oluşumuzun duygusal çöküntüsünden daha heyecan verici buluyorum.
şimdi o zaman aptallaşalım ve soralım:
insan beyni duygularından kaçmak için mi şeyleri rasyonalize etmeye çalışıyor yoksa rasyonel olan bir dünya(?) içinde bizim algımız duygularımız tarafından sürekli tecavüze uğradığından bizler de errans tipler haline mi dönüşüyoruz?

şimdi dürüst olalım; hiçbirimiz dürüst değiliz!
dünyayı, bu lüzumsuzca abartıp şişirmiş olduğum farkındalık seviyesinde yaşamadığımız için genelde şöyle düşünüyoruz:
"o halde, karşımdaki insan benim bu hissi ona aktarmak istediğimle ilgili, hiçbir duygusal parçayla çarpışmadan sadece mantıklı ve lokatif bir cevap bekleniyorsa, yakın ve samimi addettiğimiz arkadaşlarımızla dahi, sadece ne yediğimiz, kaçta uyuduğumuz, hangi filmi seyrettiğimiz gibi meseleleri konuşuyor olmamız icap etmez mi? 
duygu dünyası hiçe sayılmaya mahkum mu olacak?"

eğer öyleyse anlaşılmayı, sevilmeyi vesaireleri beklemek, beklemek ve beklemek neden bu kadar önemli?

mesela çoğu zaman kullandığım kelime, tamlama, deyimlerin de yadırgandığı hissine kapılıyorum. bu eminim herkesin hissettiği bir şey. masum ama bir o kadar da kolaycı ve unutkan insan zihnine hizmet eder bir şey.
ben klişeleri severim mesela çünkü klişeler benim özellikle uğraşmam gerekmeksizin karşımda olan ve içini istediğim malzemeyle doldurabileceğim ['bir şeyi kendisi ile doldurmak' maksatlı bir fiil kullanıyorum burada] boş kek kalıpları gibidir.
dürüst olmak gerekirse, bu keki bazen bazılarının ağzına tıkıştırarak, sırf karşı tarafta tatmin hissi yaratmak istediğim için yedirdiğim gibi, kendimce hislerimi yansıtan, kişiye özel kekler de pişirebiliyorum. seviliyor da.
[ha, mükafatlandırılmış hissine kapılıyor muyum; çocukken evet, epeyce kapılıyordum çünkü 'tamamlanma' benim için önemli ve özel bir meseleydi; ben de hayatımın çoğunu işitilmediğimi düşünerek geçirmiştim.
hiçbir zaman tamamlanmış hissetmemiştim ama her "galiba tamamlandım" deyişimde de, o tamamlayıcı kişiyi gerek ölümüyle, gerek hayatımdan kendi rızasıyla çıkışıyla kaybetmiştim.
ta ki, bugünlere gelip, tamamlayacak başka birinin varlığını aramanın gerzekçe olduğunu anlayana kadar!
bunun konuyla direkt olarak bir alakası yok tabii ama benim kişisel-şimdiki zamanımla ilgili epey alakası var.]

yani bir kelimeyi, tamlamayı veya deyimi kullanıyorsam, o kelimenin hakkını ve anlamını kendimce veriyorumdur o esnada. bu aynı kelime, tamlama veya deyimlere diğer insanların ne anlamlar ve beklentiler yükledikleri genelde samimi bir bağ kurduğum(u sandığım) o insanla aramızda bahsi geçmemelidir bile.
eğer öyleyse, samimiyetten bahsedemiyor oluyoruz.
bu bir nevi şu demek: sana, nasıl hissettiğimi söylemek istiyorsam senin beklediğin kelimeler kullanmak yerine tabii ki kendi anlamlarımı yüklediğim kelimeleri kullanacağım. ve senden de beni anlamanı hiç beklemeyeceğim. çünkü seninle, birbirimize zaten anlaşabileceğimiz bir frekanstan sesleniyoruzdur. veya seslenmiyoruzdur. 
end of story.
özel bir çabaya gerek yok.
bu hissiyatımı ispat etmem gerektiğinde bile kimseyi kırmak istemediğimden -enfes bir insan olduğumdan değil, tamamen bencil sebeplerle, dırdırla uğraşmamak için- ortamdan uzuyorum.  

olayı kendimce amiyane tabirle ifade etmek gerekirse:

bir şeyin gırtlağına basarak kendimizi anlatmak, anlaşılmayı beklemek için çok ufağız, bu yüzden de çok önemsiziz. bir yandan da kendimiz olarak bir şekilde bir yerlerde zaten tınlıyoruz; bu da bir o kadar büyük ve önemli bir şey!
bir şeylerle yetinemiyorsak, bu aynadaki tipten başka kimsenin tasası, sıkıntısı, derdi değil.
kendi içinde tamamlanmış bir haldeysen, zaman-mekan-kişi-söylem-eylem ve bağlı olduğu her şey bir o kadar esnek, bir o kadar acı vermeyecek şeyler. bu demek değil ki duygularını kaybedip başka bir şeye dönüşeceksin, değişeceksin, başkalaşacaksın. kendi yolumun sonunda böyle bir şeyle karşılaşmadım ve hala duygularıma tam olarak hakimim, onların sebep olduğu hatalı sollamaları da seviyorum.

şimdilik durum böyle.
sonra ne olur bilemem. 

bir yandan da,

büyük laflar güzeldir.
misal, "sorumluluk anca yetişkin olunca alınabilecek şeylerden biridir."
ama bir yandan da "condom gibi mi yani?" sorusu bu cevabın sorusu hiç değildir.
bir de, bostancı-dudullu minibüs indi bindi ücreti 1.65 olmuş.

problemi çözünüz.

akıldan saniyenin milyonda biri kadar zamanda geçenler serisi vol. 9683710204040004


Hiç yorum yok: