20130910

terzi kendi söküğünü ne zaman dikerse..

bir heyecanlanıyor insan çünkü 'insan' var; uğurunda ayağa kalkılan bir fikir, arkasında durulan bir takım değerler, inanışlar, üzerinde düşünülmesi, üzerine yürünmesi gerekenler var sanıyor.
cıva gibi bir araya toplanıp çoğul bir form alınca, tekil başımıza yapmaya cesaret edemediklerimizle yüzleşip, onlara alışmayı, geliştirmeyi ve refleksleştirmeyi öğreniyoruz.
hareket neticesinde bırak kazanımları, resmen kaybedilmiş bir davada bile sürprizlere, bazen birinin imkansız sandığımız fiziksel ve/veya ruhsal uyanışına bile sevinir hale geliyoruz.

bazı durumlarda kendi arkadaşlarımız bile güldü duruma, alay ettiler diye bozulduk.
onların -hani insan kendi arkadaşını yanılgıyla en mukavim, en kendi gibi görebiliyor ya bazen- bağışıklık ve tahammül sınırlarını aştı bazı durumlar.
nerede benzeriz, nerede farklılığımız var, onları gördük ve hemen oracıkta "olsun" dedik, "birlikten kuvvet doğar. benzer olmasa da düşünmek yeter, birlikteliğe katılmak yeter."
sonra uyandık. anlam kazandı. anlam, gerçekten kazandı.

bu durumu bilgisayar oyunu oynadığını farz eder şekilde yönetenler de vardı. kendini kendinden tamamen tenzih ederek olayı yaşayanlar. faşizmfaşizanlık kelimesi, anlamını hem tümden yitirdi, küllerinden doğarak kendini genişletti, hem de daralttı. "onlar", "bunlar", "şunlar", "diğerleri", biz-siz kaygılarından geçip, kaybedecek hiçbir şeyi olmamışın da, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamışın da omuz omuza olduğu bir yerde yekpare olmanın tadına varıldı. işin endişe verici tarafı, bu yekpareliğin "bir gün", "er ya da geç", "bir şekilde"," maalesef", parçalarına ayrılmak zorunda oluşu, var / yok gerçekliğindeki yerini alacağı gerçeği.

tüm bu umutsuzluğun içinde, susuzluğu dindirecek umutlu haberleri konfetiler yağdırarak kucaklıyor olmayı anlamak zor değil. iyi de, üç gün geçtikten sonra hiçbir şey olmamışçasına aynı öfke seviyesine, aynı öç alma, paylama, haklama, döve döve söz geçirme refleksimize nasıl geri dönebiliyoruz? bir araya gelişimizin dağılışı da bu kadar kuvvetli mi oluyor? hem de tam tersi istikamette bir hisle.

hakikat peşinde giderken hep atladığımız en temel adımı hatırladık birden: soru sormak.
sana bir şeyler soru sorduruyorsa, düşünüyor demektir insan "bu anlatılana içimde uymayan ne?" diye.
aldığın cevap ne olursa olsun, şöyle de bir gerçek var: hafıza gariptir, kötü anıları siler çabucak. seni acıtan, seni kıran, döken şeylerin detaylarını unutursun aslında ama etkisini ömür boyu yaşarsın. hiç fark ettirmeden, iliğine işlenmiş, kodlanmış bir davranış geliştirirsin bunlara bağlı olarak.
sonra bir gün, o davranışı artık sergilemen gereken bir an gelir. buna sebep, aşkını itiraf etmen gereken an da olabilir, kardeşinin başına isabet eden bir kurşun da.

bizim jenerasyonun (böyle dersem herhalde kimse alınmaz, gücenmez.) en temel sorunlarından biri, kendi odaklı yaşamış, kendine dönük sorunlarla haşır neşir olmuş olmasıdır. kendini hep ispat etme peşindedir, kendi yaşadıklarını hep bir başkasıyla mukayese eder. kendi bileceği iş, hepimiz yapıyoruz, elbette kapanmamış hesaplar var, onlar uğruna mesai harcamaya devam ediyor bünye bir taraftan...
bireysel olayları geçelim; toplumsal olaylara karışmamış ve/veya toplum bilincine dair okudukları şeyler dışında, -şanslıysa (!) olayları bizzat yaşayanlardan veya yaşayanların tanıdıklarından dinledikleri hariç- etliye sütlüye karışmışlığı yoktur. "birlikten kuvvet doğar"ı ilk defa tadanların aldığı hazzın tarifleri hala sürmekte.
yine de, bizim coğrafyanın insanı hiçbir dini inanca bağlı olmaksızın bile muhafazakardır ya, "en geç 9'da evde ol"cudur... kuralı kaideyi sever. kural korur çünkü. ama bir gün gelir, "yeter" dersin, "ben kendi kendime yeterim ve kendimi koruyabilirim". başkalarının 'kamu yararına' koyduğu kuralların hükümlerini yitirecekleri durumlar olacaktır, çünkü değişim var. insan değişir.

gezegende bu kadar şey olurken bu kadar duyarsız kalabilmeyi de aynı şekilde kimsenin kendi mevcudiyet ve kuvvetine inanamıyor oluşuna bağlıyorum. değişiyor olmaya karşı duyarsızlık var. kendine yakıştıramamaktan tut da idrak edemeyenine kadar. çok iyi niyetli duyuluyor olabilir ama öfkelenmeden -ki benim için ÇOK zor bir şey- düşünmem gerektiğinde başka bir yere çıkamıyor kafam.
adam kendi mevcudiyetinin farkında değil çünkü. anne-baba himayesinin iktidarına çok yakın bir yasaklar zinciri içerisinde, kendisine çok da dokunulmadığı müddetçe hiç şikayetçi değil çoğumuz.
şimdi bu denli  yeni, bu kadar fazla ve yoğun şiddette akmakta olan etiket, yeni kimlik, yeni uyanışlar içinde misal; "terör estiren bir grup" dendiği zaman akla ve göz önüne gelen şekil-şemal dışında başka bir şekil şemalin "terör estiren bir grup" olamayacağını düşündürebilecek kadar kuvvetli bir sisteme nasıl olur da karşı gelebiliriz? babanın annenin sözünden, gösterdiklerinden çıkılır mı?
çık!
beğenmezsen, evine tekrar dönebilirsin. anne-baba kapsayıcıdır.

muhakeme ve yorumlama bilincimiz -belki de çok zeki bir toplum olduğumuz için bastırılmıştır yeteneklerimiz, dış mihraklar korkmuştur bizden!- bu kadar zayıfken hala kafamıza kafamıza vurulanları benimsemeye hevesimiz niye?

...

baş aşağı giderken akla üşüşenler vol# 47503








Hiç yorum yok: