20130214

contentus, a, um

insanlar tamamlanamıyor mu?
tatmin olmak var mı?
tatmin mi tamamlar, tamamlanmak mı tatmin eder?
biri bu 'tavuk'lara dur desin!

tatmin olmadığını kabul etmek büyük erdem.
çünkü tatmin olmamak, "bir kabahat". "ayıplanası". "aza tamah edemeyen bencil, 'löp-yutar' bir davranış". bununla ilgili; aklımda ilk beliren ve çaktırmadan müdafaa etmeye çalıştığım 'kabahat' düşüncesi bile düşündürücü, daha en başından...

birinci tekil şahıs olarak bir saniye bile aynı kalmayan fiziksel ve ruhsal döngümüz, daimi başkalaşımımız içinde algıladığımız dünyaya dair, ikinci tekil şahıslarla uzlaştığımızı sanıp kurallar koymak, birinci çoğul şahıslar olmak ve sonra kurallar üzerinden oynamak, kurallar yüzünden bozuşmak, başkaca ikinci tekil ve ikinci çoğul şahıslar yaratmak, onların da ötesinde üçüncü tekil ve çoğul şahıslar arasında oyuna devam etmek aslında ne kadar komik bir 'yapı'.
yani şahıs zamirlerini belirlerken, bizden öte, bizi ihtiva etmeyen bir sistemin varlığı ile ilgili konuşuyorsak ve bu sistemle direkt olarak ilişki içinde oluyorsak ki bu bizim temel varoluş sebebimiz ise, neden işin içine giren diğer motivasyonlar karşısında 'ego' üvey evlat muamelesi görüyor, hiç tereddüt etmeksizin, birinci paragrafa geri döner önermelerle onu "tü-kaka" hallere de sokabiliyoruz?

birinci tekil şahıs / birey, olarak dünya nüfusu kadar çok kafa, milyon katı kadar bilgi, onun milyon katı kadar bilgi, fikir, yorum ve davranış varken, bir arada, tamamlanmış, tatmin olmuş bir şekilde, bozulmayacak bir mutluluk bulutu altında toplanmamız mümkün mü?

geçen gün -katılan olur, olmaz-; celal şengör "bak, uzaydan gezegenimize bir müdahale gelsin, nasıl da bir anda kenetleniyoruz!" dedi 'aykırı sorular' adlı programda.
bu, insanın varoluş güdüsünün temel taşlarından birine basan bir önerme, evet, olası bir dış tehdit karşısında birbirimize milliyet, ırk, cinsiyet, din, dil ayırmaksızın kenetleneceğimiz kesin.
kıyamet senaryolarını inci gibi dizen amerikan sinemasında gördüğümüz örnekler ortada.
dünya dışından düşmanca bir müdahale oluyor ve tüm 'insanlık' (ne demek istediğimi anladınız) kenetleniveriyor ve onlara karşı -o, üçüncü çoğul şahıslar- güç oluşturuyor.
tüm bu, son zamanlarda yeniden hortlamış 'zombilik', 'vampirlik', 'drakulalık', 'kurtadamlık' durumları ve fantazilerinin supernaturalis (doğaüstü) ve hatta extraterrestris (dünya dışı, dünyaya ait olmayan) de aynı güç tarafından üretilip besleniyor olması da sürpriz değil.

soru: şimdi neden kenetlenmiyoruz?
mücadelenin, mücadele edilesi çoğunluk sağlandığında anlam kazanıyor olmasından mı?
yalnızlık içinde birincil dürtümüz var olmak ise,
var olduktan sonra, sosyalleşme içine girince de birincil dürtümüz de varlığımızı ispatlamak olabilir mi?
bu, gücün ta kendisi değil mi?
[vaktiyle, aynı güç tanrı figürünü de yaratmıştı. fakat o zamanlar, o ve benzeri kurgular, sadece doğayla barışık olmaya çalışan feodalitenin "al gülüm/ver gülüm" kurguları ve işgüzarlığından başka bir şey değildi diye düşünüyorum. dünya dışı müdahalenin söz konusu olmaya başlaması önce yerin dibine girmemiz -cennet ve cehennem kavramları- sonra kendimizi cezalandırmanın başka yöntemlerine sapıp, teknoloji ve bilimin de ilerlemesiyle gökyüzüne fışkırmamız suretiyle, gezegenimiz dışına da taşmasıyla devam etti.
insanlık ister istemez ölmeden önce ölümle ilgili kendisine bir teskin edici madde veya fikir olarak, kendi kendine ufak alıştırmalar yapıyor, kendine ve sosyalleşme neticesinde -yapabilmişse- edindiği empatik / sempatik güdüleriyle sevdiklerini de korumaya kalkışıyor, olası tehditleri hatırlıyor, hatırlatıyor ve ufak ufak "kıyamet senaryolarına karşı nasıl hareket ederiz?" alıştırması yapıyor. samimiyeti tartışılır!
patlamış mısır eşliğinde rahat koltuklarımızda otururken bu iç hesaplaşmayı yapmıyoruz belki ama, o, bir hakikat olarak orada öylece duruyor.]

e peki şimdi, zihni; gökyüzüne fışkırmış halden, aşağı doğru, yere, dünyamıza çekmemiz gerekirse; 'insanın tamamlanamaması' tam olarak nerede devreye giriyor?

her şeyin bir derecesi, ölçüsü olduğu gibi -diye cümleye başlayınca insan kendini iyi hissediyor!- ;
ilişkilerin bozulmaması için de, ilişkinin temeli olan 'iki tarafın da beslenmesi' ve 'birliktelikten faydalanması' gerçeğinin de dengede tutulması gerekiyor.
kurulan ilişki, taraflardan sadece birinin beslenmesi, sadece birinin ilişkinin getirilerinden faydalanması durumuna dönüşmeye başladığı an, bütün bu sessiz sedasız uyum içerisinde akıp giden düzen, düzensizliğe ve karmaşaya dönüşüyor. bu masum taşkınlığın, küresel boyutta ne hale girebildiğini anlatmaya gerek yok...

birlikteliklerden beslenmenin tek bir amaca hizmeti var: tatmin olma. tamamlanma.
tatmin olma duygusu. doygunluk hissi. ve hatta, dini bağlamda, 'mutmain' olma.
bu duygunun da, insan mutluluğunun temel taşı olduğu düşünülürse, bir insanın önce kendi mutluluğuna, tatmin olma durumuna hizmet etmek için hareket etmesini abes bulmak aynı şekilde düşündürücü oluyor.
sosyal ilişkilerde arıza, tarafların 'verilen' ile 'verdikleri' dengesinde kendine de karşısındakine de samimi olmayışından çıkabiliyor.
[çelişkili 'denge'lerden biri de; misal, anne ve tanrı figürü doyması gerekmeksizin doyuran iki verici.
alan taraf ise; onların yaratıları, onların hayat verdiği canlılar.
zaten yersel ve göksel olan 'hakikat'lerdeki çelişki de burada: yersel figür için "cennet annelerin ayaklarının altındadır" önermesini, topluluklar kendi tasarıları olarak yine insanlığa sunabilirken, aynı topluluk dişi cinsiyete, kadına, anneye yapmadığını bırakmayabiliyor.
'tanrı'ya elini kaldıramayan insanın eli, neden kadın saçına bu kadar kolay yapışabiliyor? hangisinin varlığı daha 'var'?
izlendiğini bildiği fakat izleyenin kim olduğunu bilmediği bir sistemden gelebilecek olası ve hatta elle tutup gözle göremediği ceza sistemi son derece caydırıcı olabilirken, izleyenin de izlenin de kim olduğu bilinen insan topluluklarında neden hiçbir ceza yeteri kadar caydırıcı olamıyor?]

sorunun cevabını netleştirecek kadar kuvvetli ve yeterli ispata hiçbir zaman kavuşamayacağız.
kurgunun gücü ile gerçeğin görünürlüğü arasında her zaman birbirini itip çekecek bir ilişki olacak.
'var etmek', 'var olmak' ile 'var edilebilecekler' ve 'var olabilecekler' arasında akıp durulacak.
tatmin olma durumu, tamamlanmak / tamamlanamamak ile ilgili bir hissiyata kapıldığım nokta da tam olarak burası.
bu çizgiyi her zaman net olarak görebilecek miyiz?
kendimize, karşımızdakiyle olan ilişkide gerçekleşen alışveriş konusunda, tam ve özgürce samimi olabilecek miyiz?
bir insanın diğerine "verdiklerini yetersiz buluyorum" demesiyle, "verdiklerimi yetersiz buluyorum" diyebilmesi arasında hiç fark olmadığı gün, aurea mediocritas'ın (altın oran) günü olabilecek mi?


**
devamı gelecek (mi?)









Hiç yorum yok: