20130115

"sen öyle dedin diye, o gerçekten 'öyle' mi?"

insan, kendi içindeki kabuğundan başlamak suretiyle dışarı fışkıran, büyüyen, etrafına yayılan bir varlık.
salyangoz kabuğu / salyangozlara merakımın çocukluktan gelişine şaşırmıyorum bu yüzden.

şunu düşündüm dün, beni son dönemde çok mutlu etmiş bir sürü olay üzerine, karşılaştığım bir yazıyı okuduktan sonra, buruk:
"ben 'orada' biraz daha kalsaydım, neredeyse inanacaktım kötü bir insan olduğuma.
boş olduğuma, donuk olduğuma.
hissetmez olmuştum, iyiyi, kötüyü, hiçbir şeyi...
hatta neredeyse sevmeyi gerçekten beceremeyen biri olduğuma dahi inanacaktım.
insan kendine neler yapabiliyor, ne hallere sokabiliyor..."

anakin skywalker'dan darth vader'a 'başkalaşma' yolunda, neler neler gelebiliyor insanın başına!...

bir şey oluyor ve biz birden bire hatırlıyoruz kendimizi. bu 'bir şey' genelde büyük, travmatik ama eminim tamiri mümkün bir şey olabiliyor.
hareket ediyoruz, taşıyoruz, tazyikle, şevkle, inançla. bir bakıyoruz, bir adım atmışız, ilerdeyiz.
evet, korkular var; değişimin, geride bırakılacakların korkuları, heyecanı, paniği...
ama adrenalin de var!
ileri iten, itmeye devam eden. sen yaptıkça (var) olan şeyler karşısında, başka bir güce inanamıyor insan.
bu dürtünün öforik bir hal alması, bir takım 'tanrısallık kompleksleri'ne de yöneltiyor insanı ama insan, esnemesi gereken bir yaratık. sınırlarını, gidebileceği yerleri görmesi gereken bir yaratık.
ne pahasına olursa, olsun.
tanrı dediğin kavramın içinden yaratma gücünü (theos) aldığın an, "çuval gibi yığılıp kalıyor" o figür.

güncel misal, Soner nasıl çıktı başkasının kapanından; herkes birden tek kulak kesildi, yekpare, tek vücut oluverdi... bazıları kitleleri harekete geçirebilecek bir yaratma gücüne sahipken,  bazılarımız kendi kapanında kendini kanatıp duruyor, dur durak bilmeksizin, ağzından köpükler saça saça. akla gelmeyecek düşüncelerle, kinle, nefretle, karaltıyla. gücünün farkında, ama yöntemleri ve yöneltmeleri yanlış yerlere olmak suretiyle...

yazık.

ve sonra genel misal,
insan, nasıl oluyor da gecesini gündüzünü aydınlatırken başka bir insanın, en büyük karanlığı, en büyük boşluklarından biri nasıl olabiliyor?
nasıl da kendi eliyle kendi adını koyuyor!
nasıl kendini yaşarken öldürebiliyor...
yaşayan ölüler benim en büyük korkum, en büyük karanlık noktamdı.
hepsinin üzerini çözümlenmişlik ile örtebilecek gücü şimdi ellerimde, kollarımda, kalbimin tam ortasında apaçık hissediyor oluşumu, sevdiklerimle paylaştığım mutluluğa bağlıyorum.
çoğalıyor, çoğalıyor...

...çünkü ölerek hayatlarımızdan çıkanlar, fiziksel formlarını kaybetmiş olsalar bile, bizimle iletişime geçebiliyorlar, kendilerini ifade edebiliyorlar. böyle hissediyor oluşumuzun tabii ki ulvi bir açıklaması oluşundan ziyade, algıyla ve algıyı o yönde kullanmakla ilgisi var, tabii! (bazen insanın açıklaması gerekiyor...)
bazen hiç hesapta yokken bir yeri karıştırırsın, karşına bir kart çıkar.
o, annenin sana doğum gününde yazdığı bir karttır. hatta, birlikte kutladığınız son doğum günüdür. senin tam da onun desteğine ihtiyaç duyduğun bir anda, karşına el yazısıyla mesajı çıkar.
bu insanın orada olmadığını bana kim savunabilir? bilebilir miyiz öylesini veya aksini?
bu durumda insan bu ispatlardan ziyade, sadece şunu istiyor: -çünkü insan duygusal bir yaratık!-
sevdiği biri ile bunu paylaşmak.
mutluluk bu.
sevgi bu.
bu kadar küçük, basit ve bu kadar güçlü.

bazen de,
birinin inançsızlığı, başkasının sonuna kadar inanıyor olduğu hayale karşı olabiliyor / karşı durabiliyor.
çünkü o başkası, inandığı hayali destekleyemiyor, ispat edemiyor, sahip çıkamıyor. doğal olarak o hayal, birisinin kafasındaki sonsuz tasarılar zinciri, formsuz ve sadece düşünce boyutunda salınıp duruyor.
diğeri de, bu düşünsel boyuttaki hayali ne kavrayabiliyor, ne de üzerine başka hayaller kurabiliyor. kurduğu ve var olan iki oluyor, bir değil. iki ayrı hayaller zinciri...
neticesi 'yok oluş'tur bu iki insan arasındaki anlaşmanın.
ve rüzgara bırakıldığı zaman artık arkasından ağlamanın, kızmanın, öfkelenmenin bir anlamı yoktur.
çünkü yöneleceği bir adres yok!

yazık...

bazen de öyle biri çıkageliyor ki, en tabii haliyle, hiç çaba sarf etmeksizin insanı derinden etkiliyor.
artıları, eksileri, eksiklikleri, fazlalıkları ile; tam da olduğu gibi.
kültürel farklılıkların esamesinin okunmadığı bir platformda, entelektüel saklambaçlara gerek duymadan...
ha, işin komiği yine sen kendin sorumlusun kendi sevginden, oradan, o kaynaktan bir geri-sevgi beklemezsin, seversin sadece.
verirsin. o bile anlamayabilir. çünkü sevmek, özünde, seni ilgilendiren bir durumdur.
['vermek' fiili, kendi içinde 'sevmek' sihrini barındırır zaten.
sevgi de, bizim toplumumuzda genel olarak utanç verici bir şey olduğundan, misal, çocuklarla çok temas kurulmaz. ya da hemcinsler mıncıklanır, onlarla temas edilir. bu hareket hatta öyle bir alt-cinsel anlam taşımaya başlar ki, "vermek", kadının kendini sunmasına, birleşmeye açık olmasına atfedilir ve hatta argo bir kelime olarak da kullanılır.
"ver der, veremem." 
"al bunu alamaz mısın?" (bunu: cinsel organ)
(gerçi, kadının post-varoluşsal / metazori edilgen sıfatına bugün girişmek doğru olmaz!)]

hiç konuşmaksızın anlaştığın insanlar vardır. varlıklarıyla destek bulduğun.
işitme, hava ve ses çıkarma organları olmaksızın çalışabilen bir yetiye dönüşebiliyor söz konusu beyin ve işlevlerini hatırladığımızda...
birini işitmek çok zor bir şey değil.
yine aynı yere bağlanıyor mevzu.
sevgi. adrese yöneltilmiş olmasına gerek olmaksızın. kendine, özüne, tabiatına, tabiata olan sevgi, genişledikçe kulakları da açılıyor insanın.

besleyeni, beslenmek için, unutmamak gerekir. ben-cil / benlik ile ilgili olma durumunun -ve hatta eğer onu illa "bencillik" olarak adlandıracaksak- bir başkasının varlığı ile anlamı vardır.
sen olmazsan, başkası da olamıyor. net.
bununla ilgili yeni doğmuş hayvanlar ve hatta bebekler üzerinde, anti-etik bir takım deneyler yapıldığı öne sürülüyor. internette bu konuyla ilgili gırla forum var ama sağlam bir kaynak bulamadığımdan "-mış / -muş" demek istemiyorum.

zaten sevginin olmadığı yerde, fiziksel besinlerin hiçbir işe yaramadığına varabilmek için böyle testler yapmaya gerek yok!

ben inatla, yılmadan, sevgi diliyorum.
hala.
ısrarla.

ve hatta belki işe yarar da ilgi çekerse, konuyla ilgili erich fromm / sevme sanatı'na göz atabilir, isteyen...


Hiç yorum yok: