20120406

been a while, been a while..

nisan, sonunda geldi.
senelerin içinde en sevdiğim ay nisan, en sevmediğim ay da kasım.
biri kan yayar, can katar bünyeye; diğeri kanı çeker. buz gibi olur insan.

aylar öncesinden aldığım singapur biletinin günü geldiğinde, ben hala gidiyor olduğumu idrak edememiştim. bu singapur hikayesiyle alakalı bir şeyler yazasım yoktu aslında ama, asya'da herhangi bir yeri gezmek gibi bir fikri hiçbir zaman olmamış bir insanın kalkıp arkadaşını görmeye singapur'a gitmesi üzerine, kendime -üçüncü şahıs muamelesi yapmama gerek olmaksızın-, dönüp baktığımda, bununla ilgili bir iki şey söylenebilir gibi hissettim..

öncesinde derin bir içeri dönmüşlük, vazgeçmişlik ve kayıtsızlık hakimdi.
her ne olursa olsun, ben seviyorum o hali. bence dışa dönük şapşal gülücükler saçacağına bir insan, azıcık dönüp kendi g*tüne bakınca, işler daha başka türlü olabiliyor.
'sürekli kendisiyle meşgul olmak' ve 'kendine dönmek' arasında fark var tabii.

neyse, buraya şikayet etmeye gelmedim bugün.


singapur değişik.
city-state tabir edilen, son 50 senelik özgürlüklerinin 20 senesinde gelişmeyi ivmelendirmiş bir yer. insanlar oraya çalışmaya gidiyor. muazzam bir sanayi çarkı var. firmalar gelişmek için yırtınıyorlar, avrupa ve amerika menşeili firmalarla ortak, ürünlerini geliştirmek ve satmak peşindeler.
bu makinanın arkasında yaşı genç insanlar var. hepsi yorgun ve hepsi her gece işinden istifa etmeyi planlıyor ama ertesi gün işine koşarak gidiyor.
"lezzetli bir akşam yemeği yiyebilecek para kazanmayı, hobilerime ve boş zamana tercih ederim" diyen insanlar var.
acınası geliyor bana ama sesimi çıkaramıyorum. tabiatla ve sunduğu sanatla alakadar olmayı tercih eden insanlar için işitmesi de, işittiği şeylerin üzerine konuşması da zor bir durum. ama yine de dinliyoruz, anlamaya çalışıyoruz..

senelik sıcaklık ortalaması 27 derece. (celsius)
iki günde bir muhakkak yağmur yağıyor, bazen ertesi güne kadar sarkıyor.
ekvator'un çok az kuzeyinde, hala birinci paralelde bir lokasyon.
evler kocaman ve çok uzun. sokakta yürürken insan, hedefine asla ulaşamayacakmış gibi hissediyor. ufuk yok, gökyüzü için kafayı 90 derece dikmek gerek.
daimi bir kızartma kokusu var ara sıra buruna gelen.
insanlar çok karışık. inançları, renkleri, şekilleri, lisanları.
insan kendini arafta hissediyor. çok insan canlısı biri değilim ben özellikle kitleler halinde insanların arasında kalmak söz konusu olduğu ve ben hareketlerini önceden tahmin edemediğim zaman.
bu yüzdendir ki, günlerimin çoğunu kilometrelerce yürüyerek ve insanları gözlemleyerek geçirdim.
botanik bahçesiymiş, tapınaklarmış, ara mahallelermiş hiç benim kalemim değil.
gittik 'little india' denen yere, esprili hiçbir şey yok.
çuvalla altın alan araplar vardı. garip..

gittiğim yerlerde huzur, kafa dinginliği falan edinmek gibi gayelerim olmuyor.
olmadığı için de sanırım genelde huzuru buluyorum.
aldığım şey, kendi merhemimi üretmeye yetiyorsa, fazlasıyla ilgilenmiyorum.
bunun için mesela, iç huzur için bir guru görmek gerektiğine olan inanç bana göre değil.
tapınaklar, beni pagan kültürünün geniş hayal gücü kadar etkilemiyor.
unutulmuş bir dağın tepesinde göreceğim kırık dökük bir kuyu, beni asya'da görüp görebileceğim en heybetli tapınaktan daha çok büyüler.
meditasyon yapmam, yoga bilmem, tütsü sevmem.
meditasyonun karşılığı benim lügatta; uykuya dalmadan önceki "hah şimdi uykuya dalıyorum işte" farkındalığı.



oradaki insanlar da mutlu gözüküyor, gülümsüyorlar ama ne kadar mutlular gerçekten, bilemiyorum..
yabancılara karşı çok kibarlar ve yabancılar da bir o kadar öküz.
inisiyatif yapılan bir takım şeylere çok şaşırıyorlar. tabak kaldırmak mesela. tepsi dökmek, taksiciye "şuraya rica ediyorum lütfen" demek...
avrupa'da kendin götürürsün bulaşığını, kendin dökersin çöpünü.
burada da, azar işitirsin "ben onun için para alıyorum, işimden mi edeceksin beni abla" der sana garson.

okul çocuklarının, genç kesimden insanların her birinin elinde iphone, ipad ve/veya macbook.
cafe'lerde oturup o aletlerin etrafına toplanıp bir şeylere bakıyorlar saatlerce.
bazen -sabah erken saatlerde- okula/işe gitmeden defterlere bir şeyler yazıyor oluyorlar.
esnaf aynı bizim insanımız gibi geyik.
sigara alırken kimlik sorabiliyor, "18'den ufaksınız bence" diyebiliyor.
gariptir ki, ben de eğlenceli buluyorum bu sohbeti ve iştirak ediyorum.
radyoda hala 90'lar, eğlence amaçlı mekanlarda hala karaoke.. sabahlara kadar.

iki tane sanat okulu gördüm, birinin binası çok güzeldi:


daha yeni açılıyor olması da bir o kadar buruk...

buraya dönünce de jet lag devam eder sandım ama öyle olmadı.
belki de vakti olmamıştır!
invasion devam.

kendi yeri, kendi ini, kendi eşyası, kendi alanı...
hayati şeyler bunlar, hayati..

dağıldı kafam yine, sonra görüşürüz..

Hiç yorum yok: