20110809

ego minus

arabayla 1500 küsur kilometre.
kontağa bas, yola çık.
istanbul'dan gidişte, 04.30'da hareket.
hava serin, ortalık sessiz. basık şehirden firar başlamıştı...

feribota binildi, bandırma'da inildi.
oradan izmir yolu takip edilerek, manisa spor kebapçısı'na uğrandı.
rehavetin ardından, yola devam; aşağı, datça'ya inildi, bozburun'da duruldu.
ilk günler ne yapıyor olduğumun farkına pek varamadım. neredeyim, ne yapıyorum; bu bir tatil mi, kaçmak mı?
yolda geçirilen zaman enfesti. yollar her ne kadar epsilon-minus-semi-moron'ca yapılandırılmış ise de, yol çalışması ve radar olmayan 'duble' yollarda, altımdaki beygirlerin hakkını vererek aldım zamanı, şehirleri, şeritleri arkama..
bozburun'da muazzam bir sükunet hakim. tam da ihtiyacım olan şeyin içine düşmüş gibi oldum: yavaşlamak. ağır ağır suya girmek, ağır ağır yemek yemek, kitap okumak, yürümek, müzik dinlemek, yıldızlara bakmak -ağız bir karış açık-...
5. günün sonunda rota sürpriz bir şekilde değişti.
göcek'e gidildi. 'dillere destan' bir tekne turuna dahil olundu. az, öz sayıda insan alan, hiç müzik çalmayan bir tekneye binildi. çarşaf gibi koylarda denize girildi, güneşlenildi ve öğle vakti kömürde pişmiş, koccaman taptaze bir çupra yendi. yanında çoban ve roka... "biralar çabuk ısınmasa"...

rota antalya istikametine çevrilince 'kaçış bitiyor' hissi hakim olduysa da, eğlenceli olmaya çalışan bir hafta daha antalya'nın çeşitli ilçelerinde geçirildi. kekova, kemer, kaş, elmalı... birleşmeler, ayrılmalar, -bedenen ve kafaca- gülücükler, göz yaşları, yıldızlar, naneli dondurmalar, salaş köpekler, çakal yerliler, sıcak, yağmur, çamlar...
iyisi ve kötüsü bir arada. ona göre olması gerektiği gibi ama bana göre kesinlikle çok daha güzel olabilecek...

"next time", der üzerine de gülerim, olmaz mı?

denizdeki sintine gibi yüzeyde duran ve mide bulandıran şeyler de vardı her zamanki gibi...
göründüğü gibi değil hiçbir şey, hiç kimse.
egosantrik casusluk had safhada. yitik zavallılar sürekli magazin peşinde.
gözleri flaş patlamaları gibi, hapsediyor tüm kareleri; insan korkuyor.

neyse ki aydınlık tarafları da vardı bu ne olduğu belirsiz sürecin.
konuşabilmek, ağlaşıp gülüşebilmek ne kadar güzel; bilir zaten o...
müzik vardı, yağmur vardı. tüm karışıklığın arasında bir takım şeyler o hüznü ivmelerken bir takım şeyler de bir süre sonra gelecek güneşi bildiriyordu. ya da ölye sanıyorduk.

dönüş yolunda, bir ara, arabamdaki üç yolcu da uyuyordu.
kendimi garip hissettim.
deniz söylemişti bir ara "eğer biri arabanda uyuyorsa bu iyi bir şey, sana güveniyordur."
ortalığı çekip çeviren kadın, yavrularını uyutmuş, araba kullanıyor!
benliğini kendinden çıkarmış, olan bitene gülüp geçmiş ve kendini başka şeylere adamış.

kaçtım ama nereye, hala bilemiyorum.
geçen gece kendimi yine istanbul'daki yatağımda buldum.
bir alan yaratmaya çalışırken, buruk hissiyat yine gırtlağımda düğümleniyor.
yastıkta yine göz yaşı oluveriyor sonra.

ha, ama yanlış anlaşılmasın; ben şuna ağladım:
varan'ın tesislerinde bir duruverdik, ben tuvalete gittim, o esnada arabama fırça ve sabunla girişmişler, araba çizik içinde kaldı. yolculardan kimse de dönüp "huop usta, fırça sürme" dememiş, herkes sucuğuna, dondurmasına dalmış... ona ağladım.

magazincilere malzeme çıkmış oldu mu?





2 yorum:

SELEN GULUN dedi ki...

hah simdi oldu! derin nefes 1-2-... aldim ben aradan haberi. hop.

Nesta dedi ki...

daha neler var tabii yazılacak da onları konuştuk biz. böyle iyi oldu. hohoho! : )