20110713

david foster wallace.
duydunuz mu daha evvel, bilmiyorum.
türkçe'ye de çevrilmiş iki romanı var. pandora'nın sayfasından takip edebilirsiniz.

geçen gün the pale king'i aldım. kitap seçerken, eğer kurgusal bir roman seçeceksem, kafamın o anki hissiyatına yakın bir takım cümleler algımla çakıştığı zaman, romanı alıyorum. tabii böyle bir şeyi planlamış bir halde hareket etmiyorum ama geri dönüp baktığımda gördüğüm bir denklem bu.
"it grapples directly with ultimate questions -questions of life's meaning and of the ultimate value of work and family -" demiş mesela kitabın arkasında bir cümle; "ehh," dedim "gel sen benimle..."

2008 yılında, intihar ederek hayatına son vermiş, çocukluğu, gençliği ve yetişkinliğinde hep başarılı olmuş amerikalı bir yazar. gencecik yaşında hayatına son vermesine sebep olan şey de, depresyon.

elif şafak, konuya değinen bir de yazı yazmış.
'kendinizi hoşlandığınız, hoşlanabileceğiniz şeyle çok fazla meşgul ederseniz, o şey siz, siz de o şey olursunuz. aranızda "anlatılmaz, yaşanır" tarzda bir ilişki doğar. diğer taraf tamamen pasif bile olsa -sonuçta adam ölü!-, sizin platonik durumunuz olayı kontrol etmeye başlar ve bundan keyif alır hale gelirsiniz.' gibi bir hissiyat yarattı yazı kafamın içinde. hoşuma mı gitti mi, iddialı mı buldum, henüz ayırt edemedim. bir yansıma var ama.
kişinin tam olarak nerede kendi yetilerini ön plana çıkarıp övgü beklediğini, nerede platonik aşkını anlattığı ve tamamen yorumsuz bir şekilde naklettiğini görebilmek de bir yerden sonra sizin, o sanatçının algısı haline gelmenizi sağlar.
işler duyulduğu gibi karmaşık değil, bir yapın, anlayacaksınız.

ama mesela, elif şafak'ın bu yazısını okuduktan hemen sonra, ilknur özdemir'in paul auster ile brooklyn'deki evinde yaptığı ve nerede okuduğumu hatırlamadığım röportajını ve siri hustvedt'e duyduğu, röportajın arasına sıkıştırdığı yorumlarında açıkça ifade etmese de, okuduğunuzda buram buram kokan kıskançlığını hissettiğimi anımsadım.
çünkü ilknur özdemir, can yayınları'nda çalıştığı dönemde, bayrağı kimseye kaptırmadan paul auster romanlarını çeviriyordu ve bence adama resmen aşık olmuştu.
siri hustvedt de norveç asıllı, amerikan edebiyatı için hizmet veren başarılı bir yazar; iki yazarın alanına, yazarlardan birinin türkçe çevirmeni olarak kendisiyle röportaja gitmiş olup da evdeki kudrete gıpta etmemek de zor olurdu hani!

neyse..

wallace ile ilgili konuşup kendi aşkımızı dile getirmek için henüz çok erken ama kendisine dair okuyacağım ilk romanı, bitmemiş bir roman. kafalarda yoğrulmaya çok açık uçları olduğu kanısına hemen bir kaç sayfa sonra varıyorsunuz. okurken uçmak için daha iyi bir hava olamazdı!
wallace'ın editörü, kitabı toparlarken çok zorlandığını belirtiyor notunda.
ve özür dileyerek bu kitabın neden basıldığını "sen öldün ve biz merakımızı yenemedik" diyerek açıklıyor...


görüşeceğiz,
bilahare..

Hiç yorum yok: