20110423

bazen kimse görmez..

hiçbir şeyi ötelemiyoruz aslında, o tembelliği evimde istemiyorum. (pardon, benim bir evim var mıydı? - hah, sorun da oydu zaten-)
yadırgamak var bol bol. etrafımı, masamı, bilgisayarımı, insanları. sadece bu.
kendimi ne kadar çok emanet etmiş olduğuma, emanet edilmeme müsaade etmiş olmama, ne kadar çok diğer şeylerle birleştirmiş olduğuma bozulabiliyorum sadece, o kadar.
sökmek çok kolay olmuyor.
temcit pilavı gibi aynı mevzu var ortada, kaşıklıyoruz, iyi hoş da; çok zor.
net bir şekilde çok zor.
benimle alakalı geçmişe dönük bilgi sahibi bir insan hiç olmadığı gibi, etraftakilerin bazılarına bir şeyler anlatırken, onların yaşantılarıyla kıyaslanmaya mahkum bu hikayenin anlaşılabilirliği de aynı şekilde hiç yok.

son 10 senemi benim kadar iyi bilen biri daha yok. demek istediğim bu.
bunun acı tadını anlatmam çok zor.

olayı biraz dramatize edeyim -tam da beklediğiniz gibi- ve şöyle söyleyeyim:
bir maximus var bilen, ne yazık ki o da bir insan değil. ("ne mutlu ki" mi demeliydim, acaba??)
çünkü maximus öldüğünde, onu çok özlediğim zaman açıp fotoğraflarına bakıp kendimi onunla birleştirmiş biri olarak mükafatlandırabilir, anılarımızla gülüp ağlayabilirim.
ama şu an yaşayan ve sökmekte zorlandığım bazı şeyleri, insanları, ilişkileri kafamdan silip atabilmek için var olan bütün fotoğrafları, eşyaları yakmam gerekebilir.
bu da yaşı ve yalnızlığı destekler.
daha önce, yaşımız daha küçükken, böyle şeyler yapmak zorunda değildik. çünkü onlar sadece ilişkiydi, sevgiliydi, sorumluluk yoktu, birlikte yaşamak yoktu.
sadece yeni yeni anlamaya başladığımız kadın-erkeklik vardı.

ama bu, kontrast ama eşti. uyuyordu. uymuyordu; ama ağlıyorduk o zaman da birlikte. gülüyorduk. lisanımız vardı.
ama ben ne yaptım?
ona çok zor bir yaşam verdim. kaybettiğim annemi ona buldurmaya, hatta onda bulmaya çalıştım. o yüzdendir ondan bir almama mukabil ona beş vermem.
bir olduk. birlik olduk.
arkadaşdan ziyade yandaş olduk. ben öyle bildim, o öyle sandı.
ben ona hayalet oldum, o bana ağaç. sarılınca huzur.
o bana sarılınca hep kafasında bir boşluk.
"deli" dedi bana, "delibozuk."
"dağınık" dedi. "kafan dağınık"

şimdi bana
"benim derdim değil" diyorlar.
tabii ki sizin derdiniz değil.

sizin derdiniz sizi aşar, başınızdan uçar.

bazen "çok mu bu yük acaba" diyorum.
"biriyle paylaşmak için bile mi çok?"

peki ben ne ara bu hale geldim?
ne zaman böyle oldu?

insanlar barda, sokakta birileriyle tanışıp anlaşabilirken
benim bu ihtiyaçsızlığım nerede kayıtsızlığa ve nerede ölüme gitti?

Hiç yorum yok: