20110329

haberleri okuyorum, olanları görüyorum, yaşıyorum; her gün bir sürprize uyanıyorum ve sonra bana başka bir haber diyor ki "85 yaş, mutlulukta zirve!"
zaten kim aklı selim bir halde görebiliyor ki o yaşlarını veya görebilecek?
yoksa en stresli yaşlarımızda bu dünyadan göçüp "hem zaten biraz radyasyon kemiklere iyidir" buyuran büyüklerimizin 'çay kaşığı' mı olacağız?

o da olur. o da olacak.
sevmemekle başlamadı mı her şey zaten?
istediğimiz şey olmayınca birini sevmemek o kadar kolay ki.
annemiz bize duymak istemediklerimizi söylediğinde, ona vurduk.
babamızdan bir şey istedik; almayınca, küstük.
(1. çoğul şahıs konuşuyorum ama o 'güruh'tan biri olmadığım için de çok şanslı buluyorum kendimi)

sevmemenin bir başka boyutu, dünyayı yönetenlerin istedikleri olmayınca istedikleri şeye ya bizzat saldırmaları ya da saldırmak istedikleri şeyi/yeri birbirine düşürmeleri ile görünüyor.
toz duman dinince, istedikleri şeyin başkalaşmış hali kalır ortada.
onu da, daha fazla istemeyiverirler ve olaylar gelişir...
dünyada olup bitenlerin matematiğini basitleştirince, ben bu kadar görebiliyorum, mazur görün.

ama, sevmemenin şu boyutuna akıl sır ermiyor:
bir çocuğu bıçaklayıp; kolunu, bacağını, kafasını ayrı ayrı poşetlere koyup sağa sola atıyorlar. ben de bu yaratıkların hareket matematiğini herhangi bir şekilde çözemiyorum.

muazzam bir cenkleşme var "insan olmaya çalışanlar" ve "insan olmaktan fellik fellik kaçanlar" arasında. dünya başkalaşıyor. yine.
her yer sıcak ama patlama sandığımız şeyler tam olarak patlama değiller belki de.

sevginin yapıcı olması gerektiği sistemlerde da aşırılıklar var.
aşırı sevmenin nasıl da yok edebildiğini görmek için
daha basit halkaya, içinde yaşadığımız topluma bakalım:
az önce bir arkadaşımın facebook'ta paylaştığı yazıları okuyordum; insanların -özellikle korumak için kıçımızı yırttığımız kadınların- ataerkil toplumumuza çaresiz bir memnuniyetle hatta bir o kadar da stockholm sendromlu bir hal almış olarak tapınıyor olması korkunç!
evliliklerde bir diğerinin karısı / kocası olmak ile ilgili çok 'komik' bir yazı vardı. insanlar birbirine eş olmazmış. karısı / kocası olurmuş. ancak bir terliğin eşi olabilirmiş, mesela!
(tabii daha çok kocaya karı olunmanın altını çizer bir yazıydı bu; buradan okunabiliyorsa, ne ala.)

ben şahsen bu 'durum'daki hiçbir kadını korumak falan istemiyorum.
sokakta bile kavga eden bir kadın bir erkek görsem, 5 kere düşünürüm. çünkü ayırmaya kalkışsam "sana ne be? kocam beni döver de sever de" gibi bir şey duyabilirim. o zaman ne olur? bir yumruk da ben atarım o kadına, sonra ben adliyede, kadın sevgili kocasıyla çay bahçesinde oluverir birden.
"herkes layığını bulur" deyip geçemeyeceğim bir yaştayım sanırım henüz. ben de öğreneceğim...

halkayı biraz daha daraltır ve çekirdek aileye bakarsak, benzer ve en sık karşılaşılan örnek: "baskın baba, kayıp çocuk" sendromu.
bu baskın baba olan adam, çocukları için en iyi olanı hep bulup vermeye dünden teşne, süper iyi kalpli ve bir o kadar cömert bir erkek. iyi hoş. ama çocuklarının, kendi geninden olduklarını kendine o kadar çok tekrar ediyor ki, çocuklarını kendi sanıyor veyahut kendini çocukları...
onlara bir hayat çizmeye, istikameti o belirlemeye başlıyor. çocuğun kaybolmaya başladığı nokta tam da burası. kişiliğini yitirmiş çocuk, kendi öz seçimlerini ve yollarını çizemiyor. seçip çizse bile, alıştığı kalıbın dışındaki kalıplara herhangi bir esneklik geliştiremediği için kırılıyor, kırıyor, parçalıyor veya parçalanıyor.

ve sonra aynı baba oğlunun sırtını sıvazlıyor. al sana resmi bir "kayıp çocuk" ben o baba senaryodan çıktıktan sonrasını çok merak ediyorum mesela.
o çocuk bu hayatta kendisi için ve kendine tam olarak neyin kararını verip seçecek?
ve o çocuk, yarın öbür gün çocuk sahibi olduğu zaman o çocuğu nasıl etkileyecek?

"85 yaş, mutlulukta zirve"ye dönmek isterim:

85'imi göreceğimi hiç sanmıyorum. anne-baba tarafından kanser sabıkası olan biriyim. iyi bir alkol tüketicisi hiç olmadım, olacağımı da sanmıyorum ama tek tük sigara içiyorum, (güzel yemeklerden sonra 1 tane, sohbet muhabbet esnasında belki 1-2 fazla...)haftada 5 gün 9'ar saat çalışıyorum, stresli bir iş olduğu söylenebilir; telefon ve e-mail ile birilerine dert anlatmak ve problem çözmeye dayalı bir iş bu. eskiden spor yapmıştım ve kilolu biri değilim, genetik olarak çok kilolu biri olacağımı da sanmıyorum. metabolizmamın yavaşlamasına 1 sene kaldı. yani o 1 senede de verebildiğim kadar daha kilo verebilir ve mümkün olduğunca kaslanabilirim. güzel.
çok sık yürüyüş yapıyorum ve kalp ile ilgili bir sabıkamız yok. bu da "hastalanınca acaba bir de sürünecek miyim?" korkusu da getirmiyor değil.
keyifli şeylerin verebileceği keyifleri sonuna kadar yaşamaktan hoşlanan biri olarak çok sık güldüğüm ve çok sık düşündüğümü de belirtmeden geçemeyeceğim.

benim tablom böyle.
kısacası, mutlu olacaksam; -ki, bahsettiğim gibi ne erkeklere ne de kadınlara olan inancım tam- o mutluluğun ne kadarını bu dünyada yaşayacağım, bilemiyorum. bu dünyadan ötesi ise beni hiç ilgilendirmiyor henüz...
o yüzden, o güne dek, en kısa yoldan ve aşırıya kaçmadan

"vivamus atque amemus!"

Hiç yorum yok: